26 Ağustos 2014 Salı

İki Film Birden

Uslandım mı ? Hayır.

Üniversite zamanı. Vakit geçmişlerden bir vakit, pazar günü öğlen sonrası, hava kapalı heyhat.
İki arkadaş sahilde volta atıp dünyayı kurtarma telaşındayız.

- Abi bu dünya nasıl kurtulur sence ?
+ Olum bu rus avratları klonlayıp tüm dünyaya yayacaksın. Hatta her erkeğe 3-5 tane düşecek. Ancak kurtulur dünya.

Derken bir cisim yaklaşıyor uzaktan.
Bu, bu göktaşı, hayır bir uçak, hayır leylek, Süperman. Süperman mı ? Ne lan bu ? Eeeeh sikerim bir başka arkadaşmış gelen.
Naber, nasılsın'lar havada uçuyor, sesler atmosfere varıyor. Sonra troposfere inip yağmur oluyor. O yağmurlar yeryüzüne yağıp bir çiçeğin damarlarına giriyor. Sonra o çiçeğin özüne bir kelebek konuyor.
"Hacı kelebeğin üzerine bastığımda "cork" diye patladı hayvanat yea" dedi.
"Olum çok götsün, kihkihkih" diye cevap verdi yanımdaki diğer arkadaşım.

Kelebekleri sevelim, öpelim, okşayalım.

Lafı dolandırmayı sevmiyor yeni gelen.
"Olum" diyor "Hadi sinemaya gidelim".
"Hacı" diyor beri ki. "Biz dün gittik, bu hafta ki filmler bir boka yaramaz".
"Olum normal filmler değil lan, ben size mutluluğun anahtarını sunuyorum. Hadi porno alemine akalım."
"Yok olum biz böyle iyiyiz" diyor beri ki.
"Biletler benden" diyor öteki.
Ben mi ne yapıyorum. Tenis maçı seyreder gibi kafam bir o yanda bir bu yanda. 
"Neyse seni mi kıracağız kardeşim" diyor beri ki ve emin adımlarla yol alıyoruz.
Sinema girişinde keskin bir rutubet kokusu karşılıyor yine. Yine diyorum, zira geçmişten gelen bir anım var ki ahanda burada.
Yer göstericinin zayıf lambasıyla arka koltuklarda kendimize yer buluyoruz. Üçüncü şahıs bizden 3 koltuk yan tarafa oturup avını bekleyen bir şahin sabırsızlığında filmi beklemeye başlıyor.

 Sol elim, sadık yarim benim

Gonk çalıyor, film başlıyor. Konuya gelince:
Efendim bir adam var, bir de kadın var. Adam kadını öhhhm. İnsan ırkını nasıl arttırabiliriz diye kütüphane de bir masa üzerinde altlı üstlü düşünüyorlar.
Ancak filmde göze çarpan(!) bir ayrıntı var ki adam tripot. Hani kimisi yemek yer kas yapar, kimi si göbek yapar. Bu herifin de tüm yedikleri pipisine gitmiş anlayacağınız.
Arkada iki arkadaş kritik yapıp gülerken ışıkçının sıklıkla geriye dönüp: "Beyler sessiz olalım lütfen" uyarısıyla karşılaşıyoruz. Neyse ki sinemayı dolduran abaza güruh naif insanlardan oluşmakta. Yoksa konsantrasyonu bozan bu iki gencin toplu tecavüze uğraması içten bile değil.
Üçüncü şahıs mı ?
Karanlıkta önündeki elinin karaltısını seçebiliyorum.
"Hacı fazla kurcalama, ayarı bozulur" diyorum, "Olum bir sus artık" diyor. Pezevenk, zannedersin ki Woody Allen filmi izliyor pür dikkat.

Gençler neler oluyor orada ?

Final sahnesi unutulmaz. Kadın sereserpe masa da. Adam -uzun uğraşlar sonucu- birkaç damla bırakıyor kadının göbeğine.
Ve sinemayı çınlatacak sesim duyuluyor:
"Yuh be tripot, itfaiye hortumundan çıka çıka birkaç damla mı çıktı ?"
Film ekibi sanki bu sahneyi ve olası tepkileri çalışmış gibi. Lafım bittiği anda Tripot hortumun sonundan başına doğru"bakalım içeride neler kalmış" der gibi bir hareket yapıyor.
Kadının tüm vücuduna muson yağmurları iniyor, kadın sele kapılıyor, kadın boğuluyor.
"Ohhhhaaaaa" dememle birlikte, sinemadaki tüm izleyiciler arkaya doğru dönüp "şaaaak" diye hareket çekiyor bana. Susuyorum, küçülüyorum koltukta. İki büklüm, üç büklüm, büklüm büklüm oluyorum.
Filmin sonuna kadar "Dut yemiş bülbül mode on" vaziyetindeyim.
Film bitiyor, sinemadan dışarı adımımı atıyorum.
"Hava açmış oğlum diyorum, karnı acıkan var mı ?"


21 Ağustos 2014 Perşembe

Masal: A'nın Hikayesi(*)

Ciğerlerine çektiği havayı tuttu bir süre. Soluksuz kaldığında başının ani dönmesinden sadistçe bir zevk alıyordu, gülümsedi ve bıraktı nefesini.
Ardı ardına hızlı birkaç nefes alıp verdi. İyot kokusu hoşuna gidiyordu. Az önce yağan yağmurun ıslattığı Arnavut kaldırımda yürümeye başladı. Dudaklarında sadece kendinin duyacağı ıslıkta "Bir İhtimal Daha Var"dı. Saat 2'yi çoktan geçmişti. Adımlarını hızlandırdıkça kalp ritmi artmaya başladı.
O hızlandığı için mi kalbi hızlı atıyordu, yoksa kalbi hızla çarpmaya başladığı için mi adımlarını hızlandırmıştı ?
Ne önemi vardı ki...
Yüzüne tatlı bir tebessüm yayıldı.
Yolun sonundaki binanın köşesinden döndü, çınar ağacının yanındaki banka oturdu.
"Kadın" diye bağırdı. "Sana kucak dolusu masallarla geldim. Yüzüme bak ne olur."
Sesine ağacın garantisine uzanmış bir kedi, uykulu gözlerini zorla açıp miyavlayarak cevap verdi.
Neden sonra yerde yarısı içilmiş, henüz sönmemiş ve üzerinde kırmızı ruj izi olan bir sigara gördü. Eline aldı ve gülümseyerek kendi kendine söylendi:
"İzler henüz sıcak, fazla uzağa gitmiş olamaz."

***

Banktan kalkıp sonunda denize inen sokakta aylak aylak yürümeye başladı. Bir iz arıyordu, bir koku; burnu bir av köpeğininkinin hassasiyetinde.

Gözlerini kapattı, sokakta geçmişten kalan sesleri duymaya çalıştı.
Bir orospu arkadaşına küfrediyordu, bir ayyaşın naralarını duydu, serserilerin it gibi ulumaları ve Kadının yürürken topukluların bıraktığı sesleri.
"Doğru iz üzerindeyim" diye düşündü.
Sesler kesildi bir anda, bir çakmağın çakarken çıkardığı ses, sigaranın ilk nefesinde tütünlerin yanmasıyla oluşan o çıtırdı ve havaya üflenen dumanın Kadına özgü sesi. Yakındaydı belki.
Gözlerini açtı, az ötesinde duran sigara izmaritini gördü, gülümsedi.
Kaçan kovalanıyordu şu an. Sadistçe bir oyundu bu belki. Av, avcının kendisini bulması için izlerini bırakmaktan zevk alırken, avcı avına ulaşmakta acele etmeden bu oyundan keyif almaya bakıyordu.
Dişlerinin kamaştığını hissetti. Dişlerinin Kadının etine geçeceği anı düşününce sabırsızlanmaya başladı.
Burnuyla havayı bir kez daha kokları. Dişiyi takip eden bir erkek kediymişçesine kadınlık kokusunu seçti havadan. Pençelerini çıkarttı hafifçe ve yüzünde muzip bir gülümseme Adamın.
Sokağın sonuna varmadan ufak bir motel gördü:
"Oyunun sonuna yaklaşıyoruz Kadın" diye fısıldadı, "Bu gece kanlı geçecek".


***

Ekrana bakıp yazdıklarını okudu, kahvesinden bir yudum aldı, gülümsedi.


"Masallar" diye mırıldandı, "Masallar Kadın".
Her bir masalın mutlu biten sonu yoktu, gökten üç elma düşmezdi her faninin başına ve saraylarda kırk gün kırk gece düğünleri olmazdı.
Seninle sonu mutlu biten masalları değil, sonu olmayanları, içinde kan, içinde ıslaklık geçenleri seviyordum.
Har masalın sonuna kıvrıla kıvrıla giderken çatışmayı, anlaşmayı, bu yolu yürümeyi seviyordum.
Masallar hayatın varlığından sonsuza doğru uzanan bir köprü, Adem'in Havva'ya yakarışı gibiydi:
Kadın;
Ey Tanrının lütfu !
Ey kaburga kemiğim !
Ey hiçliğim, herşeyim...
Sonu olmayan masalları seviyorduk ve ağzımıza bulaşmış bir parça suyumuzu.
Ne yarısı kalmış sigara, ne topuklularının çıkardığı sesler ne de rüzgara karışan kokun.
Sonu gelmeden merakla biten bir masal.
Ben anlatan oldum, sen gözleri uyku alemine dalarken dinleyen.

Onlar erdi muradına, biz kendi coğrafyalarımızda kendi hayatımızı yaşamaya.

*A'nın Hikayesi aynı zamanda Murathan Mungan'ın "Üç Aynalı Kırk Oda" isimli kitabındaki bir hikaye olup post'la başlık haricinde bir benzeşmesi yoktur.













20 Ağustos 2014 Çarşamba

İt oğlu/kızı it

Gece 03 suları.
Yatağa Apollon kıvamında uzanmış, adonis, biceps, triceps ve adı aklıma gelmeyen bilimum kas gruplarımı dinlendiriyorum.



Hassiktir...Rüyaymış.
Tamam baştan alıyorum.
...
Gece 03 suları.
Yatakta uyuyorum. (Tamam kas mas yok)
Ve ev sahibinin iti standart gece ulumalarına başlıyor.
Ve benim tek gözüm "pınnnn" efekti ile açılıyor.
"Şimdi susar" diyorum, susmuyor. "Kesin birşey görmüştü, kedidir kedi" diyorum, durmuyor. İş ufaktan boka sarmaya başlıyor. Bu eğitimli, Alman Kurdu olacak dişi it yanına birkaç sokak köpeğinin de sesini katarak resmen Arya'ya başlıyor.
Sesler artmaya başladığında sırayla ikinci gözüm, gönül gözüm, çakralarım vs herbiri açılıyor. Hatta bir ara kelime benzeşmesi sebebiyle götüm bile açılır gibi oluyor, şortumu tekrar giyiyorum, konu kapanıyor.
Pencereyi açıp "hoşt, kışt, pist" gibi köpeğe yapılacak ne kadar başlangıç tacizi varsa uyguluyorum, bana mısın demiyor fahişe.
"Senin silsileni sikeyim" diye anlamsız bir küfür sallıyorum evin içinde ve balkonda bu itin akrabalarına karşı gece atışlarında kullanılmak üzere topladığım mühimmata(hayal gücünüzü zorlamayın, bildiğiniz taş) yöneliyorum.
Balkondan köpekle en az onun kadar küfrettiğim ev sahibinin arabasına bakıyorum. Mesafe oldukça yakın. İlk taciz atışını köpeğe ve dolayısıyla arabaya uzak bir mesafeye atıyorum, daha da şahlanıyor hayvanat.
Sonraki iki atış nispeten yakın da olsa bana mısın demiyor kevaşe.
Mesafe&atış planlaması yapıyorum kafamda. Hedefi vurabilmem için 37 derecelik ve saatte 24 km/h'lik bir hızla sağa kavisli bir atış gerçekleştirmem gerekli.

Arabayı vurma ihtimalim % 90
Atışın karavana olma ihtimali % 9
İti vurmak paha biçilemez.
...
Netice de tıpış tıpış dönüyorum yatağa. Köpeğin yedi ceddine, silsilesine(!), doğuranına, doğurtanına, bakanına, sahibine, su verenine, ruhuna etmediğim küfür kalmıyor. Biraz rahatlar gibi oluyorum.
Orospu ise Arya da doruk noktasına ulaşmış, alkışları topluyor. 





15 Ağustos 2014 Cuma

Kalanların Ardından

Bazı kahramanlar masallarda can bulur, bazı kahramanlarsa kendi masalını kendi yaratır...
Hayat zevk-ü sefa içinde yaşanılan ıslak bir oyundu. Kartlar açık seçik dağıtılırdı iki oyuncuya, elimiz bazen üç alırdı, bazense sekiz.
Tenler ıslak olurdu kuzey yarımkürenin çorak iklimlerinde, tenler kabarır, tenler şişerdi üzerinde hayat sürülen ovaların düzlüğüne nispet yaparcasına. Ve tenler yorulurdu gülen yüzlerin arkasındaki -sırlara ermeye vakıf olanların bildiği- karanlık dehlizlerde.
beni bırakın, şimdi biraz kendime lâzımım
birkaç gün, birkaç yıl, birkaç ayçiçeği
beni unutun, yok sayın, öldü bilin.
kuş kendine, balık kendine, ağaç kendine
lâzımdır, be neden olmayayım! (*)
Mutlak bir hayatta muğlak mecralarda iz sürerdi ademoğlu, ademkızı. Kays Leyla'sını arardı belki, belki de ab-ı hayatı. Yorardı her bir adım günden güne ve her bir insan iz bırakırdı bir diğerinde.

kaç yıl geçti, kaç yaprak düştü
neler oldu, neler oldu, neler öldü
yüzümde kaç ev, kaç sıradağ yıkıldı
kaç uçak düştü, kaç uzun ırmak kurudu,
hepsinin yüzümde izi kaldı! (*)
Hayat yoruyordu biliyorum; bendeki seni, sendeki beni aramaya mecal bırakmayacak kadar üstelik. Renklere yoruyordu insan karşısındakini. Sarı diyorsa güneş doğuyordu sanki, kırmızıysa aşık oluyordu, yeşilse ferahlıyordu. Ama her koşuşturmanın ardından nefesi kesiliyor, boğazını görünmez eller sıkıyor ve teni morarıyordu.

görmek istiyorum, aynanın önünden çekilin.
bu, benim otuzuncu kilometre taşımdır,
yarıya inen otuzuncu bayrağım!
kayalarımın oyulması, heykelimin solması,
yüzümden bahar alfabesinin kaybolmasıdır!
kaç yaprak kaldı rüzgârlı dallarımda
kaç notam kaldı göğe savrulacak,
bilmek istiyorum, aynanın önünden çekilin.(*)
Hayat kendi yarattığımız masaldı ve biz içinde beceriksiz kahramanlar. Dere tepe düz gidip, altı ay bir güz gidip de bir arpa boyu yol alamıyorduk. Don Kişot'un yeldeğirmenlerine saldırmasına gülüp, ağlanacak halimize gülenlere bir anlam veremediğimiz bir masal.
Atılan her adım daha da yoruyordu ve insanlar buna yaş'lanmak diyordu; tıpkı kulak arkamızın bikrinin izale edilmesine "tecrübe" dedikleri gibi.
Masallar sona eriyordu, içinde sonsuza değin yaşayacak kahramanları ve kendilerine özgü renkleriyle birlikte.

beni bırakın, artık biraz kendime lâzımım
birkaç gün, birkaç yıl, birkaç ayçiçeği
beni unutun, yok sayın, öldü bilin.(*)
*Şiir: Fikret Demirağ - Kendimle Bir Hesaplaşma

12 Ağustos 2014 Salı

N.'nin Hikayesi

Dünya masallardan ibaret zannettiğimiz bir ütopyaydı o zamanlar ve biz - henüz - günahsız çocuklardık.


Üniversite de okuduğum yıllarda tanışmıştık N. ile. Nasıl tanıştım, uzunca bir zaman hayat ağacımın hangi dalında bir yapraktan ibaretti hatırlamıyorum; sanki hepsi flu.
Üniversite bitince ara ara yine görüşüyorduk. Neden bilmiyorum bu görüşmeler bir süre sonra -internetin de hayatımızda yer kaplamasıyla- artmaya başladı. 
Aslında sıra dışı bir durum yoktu konuşuyorduk, tartışıyor, gülüyor ve tekrar konuşuyorduk.
Aramızda bir yakınlaşma, çekim, arzu vs yoktu. İkimizinde farklı insanlarla ilişkisi vardı; sonra hepsi yandı, bitti, kül oldu. 
İkimizinde morallerimizin bozuk olduğu bir döneme denk gelmiştik. Bir araya geldik, konuştuk, konuştuk ve konuştuk.
Biraz şarapta eşlik etti bize ve içki - tüm kötülüklerin olmasa da - sanırım bazı kötülüklere annelik etmeyi vazife edinmişti.



Bir bakış, bir ten çekimi, bir gülümseme ve biraz gece...
İki terli beden, titrek sesler ve biraz tırnak izi.

Pişmanlık...

Sabah uyandığımda hayatımda hissettiğim en şiddetli kusma isteği sardı bünyemi. "Neden" sorularından ibaret oldu dünya.
Sonrası, sonrası yok.
Herkes kendi limanına yol aldı seferinde. Geride biraz dalga, biraz dümen suyunun izleri.
Her hikayenin büyük kahramanları, sayfalar dolusu  maceraları yoktu işte. Kısa, kısacık ama derin bırakılan bir iz.


10 Ağustos 2014 Pazar

İki

İki yıl...
Bir insan ömrü için kısa belki,
Bir kelebeğe göre asırlar demek.

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Ramazan Bayramı vs. Kazım Kartal

Long long time ago, i can still remember
VHS kasetleri bilen bir kuşağın neferleriydik biz ve Alman ırkının biyolojisini iyi bilirdik. Ergenliğin etrafımızı çepeçevre sardığı zamanlarda tanıştık erotik film oynatan sinemalarla: "İki film birden".



Bir Ramazan Bayramıydı...
6 arkadaş -nasıl bir halet-i ruhiyeyse artık- erotik filmle coşmak istedik. Malum Ramazandan yeni çıkmıştık, seks hayatımıza(!) özgürlük geri gelmişti ve hormonlarımız bayramı bayram tadından öte yaşamamızı öğütlüyordu bize.
Herşey ani gelişti, paralar denkleştirildi. Tam bir saat önceden, yaş sorgulamasına takılmaksızın daldık sinemaya. Keskin bir rutubet kokusu eşliğinde, sinemanın zayıf ışıklarında kendimize perdeyi en etkin görebileceğimiz yerleri seçmeye çalıştık. Allahtan görevlinin elindeki feneri yardımıyla kıçımıza ıslaklık(!) bulaşmadan oturduk ve beklemeye başladık. Altıyken 10 olduk, sonra 20, 100 ve tüm koltuklar doldu. Abaza erkek güruh akını bununla son buldu mu; tabii ki hayır.
Akın akın erkek yağıyordu içeriye. Ara kısımlardaki merdivenler bile doldu. Hatta bir götlük yer açılsın diye rica eder oldu bazı abiler. 


Bizde isterdik böyle salonlarda izleyelim filmleri. Olmadı, olamadı.

Saat 14:00 olduğu anda gong çaldı. Yok be ne gongu, aniden ışıklar söndü ve salonda bir anda toplu fermuar açılışı sesi duyuldu. Aklına hemen fesatlık gelmesin sayın okuyucu, benim kotum düğmeliydi :)
Filmde büyük aktör, erotik filmlerin en bilindik neferlerinden Kazım Kartal abimiz başrolü kapmıştı. Filmin konusuna gelince... Tutan tuttuğunu tuttuğu yerde. Öhmmm. Yahu erotik filmde ne konusu bekliyordunuz ki ?
Ama filmde ters giden bir şeyler vardı. Onca hatunu zevkten dört köşe yapan Kazım abi ne olursa olsun soyunmuyordu. Sanki sinemadakilere nazire yaparcasına sadece fermuarını açıyor, kıçını kameraya dönüp kalçalarını ileri geri hareket ettiriyordu.



Kazım abinin kıçı hareketle birlikte bir büyüyor bir küçülüyordu. Filmin ilk yarım saati dolduğundan salondan ciddi homurdanmalar yükselmeye başlamıştı: "Soyunsana amk çocuğu".
Elem ve kederle dinliyordum konuşmaları, adam sanat icra ederken, tey teeeey.
Velhasıl filmin son kısmında asıl kız ve Kazım abi bir oda da karşılaştılar. Sanki rejisör olabilecek homurdanmaları senaryo zamanından farketmiş ve finali buna göre tasarlamıştı. Kazım abinin önce atkısı çıktı. Derken kaban, kazak, ayakkabı, çorap, pantolon, atlet, don...
Salondan alkış ve ıslık sesleri eşliğinde "Bravoooo"lar yükseldi. Fermuar civarında dolaşan eller şimdi Kazım abinin ritmik hareketlerine uyumlu bir şekilde "Yine de şahlanıyor aman, kolbaşının yandımda kıratı" türküsüne nispet yaparcasına bir aşağı bir yukarı hareket ediyordu...  
Netice de;
Sahnenin sonunda Kazım abinin yüzünde bir gülümseme, salondakilerin yüzünde bir gülümseme ve ıslak merdivenler...

Neyse ki o zamanlar 3d sinemalar yoktu

Bugün...
Kazım Kartal artık yok(Biyografisi için bknz: Kazım Kartal).
Post da bahsi geçen sinema artık yok.
VHS kasetler artık yok.

Her Ramazan Bayramında buruk bir sevinçle Kazım abiyi yadeden altı delikanlıdan ibaret dünya...